Bu yazı Uplifers konuk yazarlarından Başak Gürbüz Bilsel tarafından kaleme alınmıştır.
“Rahminiz özgür değil” dedi gözlerimin içine bakarak. “Dokular onu olduğu yere yapıştırmış, ilerlemiş bir endometriozis vakasıyla karşı karşıya…’’
Kalbim sıkıştı. Aslında bu cümlenin öncesinde, ilk teşhisten bu yana geçen 8 yıl içinde, farklı doktorların haklı endişelerini taşıyan birçok şey duymuştum. Çocuk sahibi olamayabilirdim, ameliyat gerekli olabilirdi, tüp bebek bile zor görünüyordu, yaşım giderek ilerliyordu, kim bilir şansım ne kadar azalıyordu…
Ama hiçbiri canımı bu kadar acıtmamıştı.
Ne demek, özgür değildi?
Doktorum aslında yalnızca teknik bir durumu ifade ederek, rahim içi dokuların olmaması gereken yerlere ulaştığını ve bunun sonucunda onu olduğu yere yapıştırdığını anlatıyordu. Normalde hareket alanı özgür olan bu organ, endometriozis nedeniyle yetisini kaybetmişti. Tamamen fiziksel olarak.
Her şeyi duymuştum, tüm risklerin farkındaydım, hatta bu ciddi durumun yıllardır çok da üzerinde durmuyordum ama bu “özgür olmama” meselesi tadımı çok kaçırmıştı. Tamamen ruhsal olarak.
Endometriozis, rahim hücrelerinin olmaması gereken yerlere yerleşmesiyle oluşan bir hastalık. Nedeni tam olarak bilinmiyor. Halk arasında “çikolata kisti” olarak da bilinen bu hastalık çok ciddi ağrılara, düzensizliklere, hayat kalitesinin bozulmasına neden olurken, bebek sahibi olmanıza da engel olabiliyor. Üstelik tüm tedavi yöntemlerine rağmen tekrarlama riski çok yüksek. Hatta, rahminiz bütünüyle alınsa bile yarattığı ağrıların geri dönme ihtimali büyük. Bu hücreler, bir kere yola çıktılar mı, yayılarak ilerlemeyi sürdürüyorlar. Ve neredeyse hakkında hiç konuşulmayan bu hastalık, üreme çağındaki her 10 kadından 1’inde kendisini gösteriyor.
Uzun yıllardır delirtici ağrıları ve türlü can sıkıcı halleriyle endometriozis, hayatımın bir parçasıydı. Regl, yumurtlama gibi döngülerimin yanı sıra, sıradan günler bile doğurganlık diyarımda depremler yaratıyordu. 4–5 saat sürebilen ağrıdan hastanelik oluyor, konuşamayacak hale geliyordum. Bir ağrı atağını takip eden iki gün boyunca yürümem, sıradan işleri yapmam, kedilerimi kucağıma almam bile mümkün olmuyordu. Yine de bu durumu bozguna uğratılması gereken bir düşman gibi görmedim. Çocuk doğurmama engel olabileceği ihtimaliyle barışıktım. Dışarıdan gelecek tüm müdahalelere de direndim. Ama özgürlük ayrı bir meseleydi.
Endometriozis ile kendi özgürlüğümü mercek altına aldım
Özgürlükle ilgili, aklıma lise yıllarımdan kalan tek bir hatıra geliyor: Zorlukla okula vardığımız ve henüz ilk dersin sonlarına gelmeden diz boyu karların okul bahçesini kapladığı o bembeyaz sabah. Zilin çalmasıyla, küçük nüfuslu okulun teneffüse çıkan öğrencilerini bir bir geçerek merdivenlerden koşarak aşağıya indiğimi; okul kapısını kapatmakta olan ve dışarı çıkılmasının yasak olduğunu bağıran müdürümüzü şaşırtarak pencereye yöneldiğimi, tek hamlede camı açıp, zıplayarak kendimi hiç dokunulmamış karların içine attığımı hatırlıyorum.
O kocaman sessizlik, gözümü alan beyazlık ve ben… Bu, ömrümde hissettiğim en özgür andı.
Çünkü ben söylenenin dışına çıkan bir çocuk değildim. Müdürümüz, benim o koridoru çınlatan “Hayır”a itaat edeceğimden emindi. Camdan atlayacak bir Başak göreceğini hiç tahmin etmemişti. Ama 35 yılda hatırladığım bir tek o an, kimin, benim için ne düşündüğünü önemsemediğim tek andı.
Bunca yıl, böylesine önemli bir hissi çok nadir deneyimlemiş olmamda bir tuhaflık yok muydu? Endometriozis, yani bedenim, elimden aldığı özgürlüklerle bana bir şey anlatmaya çalışıyor olabilir miydi?
Böylece sürekli çevresinde gezindiğim ve uzaktan izlediğim bu hastalığa daha yakından bakmaya karar verdim. Ve daha yakından bakınca gördüm ki, özgürlüğümü geri almak için aşamadığım ve aynı zamanda aşılmasına izin verdiğim sınırlarla, görmezden geldiğim yaralarla, kısacası kendimle yüzleşmekten başka çarem yok.
Mercek altında her şey hızla belirgin hale geldi. Aslında hastalığımı görmezden geldiğimi kısa süre içinde anladım. Evet, çocuk sahibi olmama ihtimalimle barışıktım fakat bunun hastalıkla bir yere kadar ilgisi vardı. Ama bu, başka bir hikayedir, başka zaman anlatılmalı.
Hastalıkla barışık olmak ile onu yok saymak arasında büyük bir fark vardı. Barışık olmak bir miktar çabayı, anlayışı, bütünsel bir kabulü ve şefkati içerirken; yok saymak aslında bunların tam tersini kapsayan, öfke temelli bir tavrı işaret ediyordu. Vücudumun hastalandığı gerçeğini kabul etmekte zorlanıyor olabilir miydim? Bunu “sistemsel bir hata” olarak görüp, aslında ona yukarıdan mı bakıyordum? Yoksa hastalık bana başarısız olduğumu mu hissettiriyordu?
Yıllarca hakkında nadiren konuşmam, doktor görüşmelerimi ve bana iyi gelecek yöntemleri aksatmam bu yüzdendi. Onu yok sayıyor, görmezden geliyordum. Bir yanımın hiçbir şey yapmadan tüm bu ağrıların ve sorunların, bir anda kendiliğinden yok olmasını neden dilediğini anladım.
Burada durup, küçük bir parantez açmam gerekiyor.
Hiçbir şey yapmadığımı tam olarak söyleyemem. Çünkü hastalığın kendisine gösterdiğim kısmi duyarsızlığa karşın, kendi gücüme olan inancımdan hiçbir zaman şüphe etmedim.
Hastalık, benim bir parçamdı ama tamamım değildi. Doğru adımlarla vücudumun kendisini iyileştirebileceğine inanıyordum. Bu adımlardan bazılarını attım, bazılarına ise direndim. Bir şeyleri doğru yaptığımı biliyordum. Şu anda birlikte yol aldığımız doktorumun beni ilk gün görüp söylediği gibi; ameliyat edilmesi gereken bir noktada olmama rağmen genel halim, şaşılacak şekilde, iyiydi.
Çünkü bu görmezden gelme/kendi gücünü görme kombinasyonu bir yere kadar işe yaramış ama beni bütünsel şifaya tam olarak ulaştıramamıştı. Gücümle meydan okurken, kendime şefkatten uzaklaşmıştım. İşte bu noktada uzun isimli, adı gibi karışık hastalığımla barışmaya karar verdim.
Kolları sıvadım ve birbirinden ayırmamızın aslında hiç de mümkün olmadığı 3 katmanda daha derin çalışmaya başladım:
- Beden: Bedenimin ihtiyaçlarını hissetmek ve onu dinlemek, en zor atladığım eşik olabilir. 1,50 cm’lik bedenimin farkına varmam, ne yaptığında/neyi yediğinde hastalandığını veya şifalandığını anlayıp uygulamam epey zor oldu. Ona verdiğim sözleri tutmaya çalıştım. Glutenden, şekerden uzak kalmak için uğraştım. Dinlenmeyi öğredim. Bunları başardığım ve başaramadığım zamanlar oldu. Çünkü bir noktada aslında aşağıdaki iki yetkilinin de sözlerini dinlemem ve ruhumun gerçekten ihtiyacı varsa, 3 dilim pizzayı bir güzel yemem gerektiğini de öğrendim.
- Zihin: Zararlı şeyleri yalnızca vücudumuzda biriktirmiyoruz. Zihin, yıllarca topladığı (ve yarattığı) verilerle bizi idare etmek için büyük bir çaba sarfediyor. Beden, kontrolünü de topladığı bu verilerle sağladığı için, onu temiz ve dingin tutmak çok önemli. Böyle bir dünyada yaşayıp, bir de üstüne kendimizle mücadele ederken bu çok zor, biliyorum. Ama istediğimiz hayata ulaşmak için, sağlıklı, mutlu, huzurlu… İstediğimiz her neyse, zihnin ürettiklerine, koyduğu sınırlara bir dokunuş yapmak şart.
- Ruh: Eğer kadın bedenindeki yaratıcılık merkezinizle ilgili bir sorun yaşıyorsanız, en derin tutkularınıza şöyle bir yakından bakmanız gerekiyor. Ruh, bu noktada (ve her noktada!) sizinle konuşmak için dört gözle bekliyor. Kalbinizi gerçekten çarptıran şeyi bulmak ve onu hayata geçirmek; üretmek, yaratmak veya hali hazırla mutlu olmadan ürettiklerinizle temas etmek şifalandırıcı bir güce sahip. Tam da bu yüzden, ruhunuzu/iç sesinizi duymak için kendinize zaman ayırmak, içeriye dönmek için size iyi gelen çalışmayı bulmak çok önemli.
Bu farkındalık üç büyük yetkilinin bir arada, ahenkle yol alabileceği, bana iyi gelen alanları keşfetmemle başladı. Yoga, meditasyon, masaj, buhar banyosu, enerji çalışmaları, sesle şifa gibi bedenimde, zihnimde ve ruhumda iyileştirici etkileri olan yöntemleri kucakladım. Kontrolü dengeli bir şekilde dağıtmak ve beni en sevdiğim yetkili olan ruha yakınlaştırmak için eşi bulunmaz bir yöntem oldu meditasyon. Onun sesini çok daha net duyar oldum. Ayrıca, bedenimin gevşeyip rahatlamasına da yardımcı olduğu için, ağrı ataklarının arasının uzamasında da büyük faydasını gördüm.
Ve en sonunda da batı tıbbının yardımını kabul ettim, ilaca başladım. Bu da kendime şefkatin bir parçasıydı; bedenimden ihtiyacı olan desteği esirgememek. Yargılarımı gözden geçirmek, beni kabule daha da yaklaştırdı. Güvenerek ilerlemek bana yeni şeyler öğretti. Vücudum da benimle işbirliği yaptı, oldukça umutlandıran tepkiler verdi.
Bunların hiçbirini tabii ki kendi başıma yapmadım. Mind Over Medicine’in yazarı Lissa Rankin’in söylediği gibi “Kendinizi iyileştirebilirsiniz, ama kendinizi yalnız başınıza iyileştiremezsiniz.” Çok iyi öğretmenlerim, rehberlerim oldu. Beni anladığını, dinlediğini hissettiğim doktorlarla karşılaştım. Bütünsel iyiliğimi isteyen şifacıların ellerine kendimi teslim ettim. İçime sinmeyen hiç kimseyi ve hiçbir yöntemi kabul etmedim. Aileme, dostlarıma sırtımı yasladım. Esnemeyi ve her şeyi de bilmediğimi kabul ettim. Yani kavga dövüş, bağırış çığırış hep ruhumun sesini dinledim. Daima şükrettim. Düştüm, kalktım ama kendime inanmaktan hiç vazgeçmedim. Herkese ve kendime, minnettarım.
“Peki tamamen iyileştin mi Başak?” diye sorarsanız, cevabım “Hayır.” Endometriozis hastalık seyrinde kesin bir iyileşme ön görülmüyor. Ama nihai sonucu kim bilebilir? Bu bir yolculuk ve henüz bitmedi.
“Peki katettiğin yolda kendinle gurur duyuyor musun?”, diye sorarsanız, cevabım “Evet.” Hem de kocaman bir evet.
Çünkü endometriozis vücudumda tıpkı okul bahçesine yağan kar gibi yayılmış durumdayken, içimde kocaman bir pencereyi açtım, korkmadan atladım ve gördüm ki orada aslında hep özgürüm.
Gerisi, yalnızca bir hikaye…
Watch this video on YouTube
Bana [email protected] adresinden veya Instagram hesabımdan ulaşabilirsiniz.