Kimileri için istemsizce kahkaha attıran, tatlılık ivmesini katlayan, eğlenceli bir aktiviteyken; kimileri içinse çaresizlik içinde kıvrandıran, rahatsız edici ve sinir bozucu bir eylemdir gıdıklanmak. Peki ama neden gıdıklanırız? Rahatsız edici olsa bile gıdıklandığımızda neden güleriz? Kendi kendimizi neden gıdıklayamayız? Hiç merak ettiniz mi?
Ünlü evrim teorisyeni Darwin’e göre gıdıklama, gülmek ve güldürmek üzerinden kişiler arasındaki iletişimi, sıcaklığı güçlendiren sosyal bir bağlanma mekanizmasıdır. Anne bebeğini gıdıkladığında bebek kahkaha atar, anne gıdıklamaya devam eder ve bu durum anne ile bebeği arasındaki duygusal iletişimi besler. Diğer taraftan, yapılan bilimsel çalışmalar ise gıdıklanmaya bağlı olarak gülmenin ardında bambaşka fizyolojik nedenler, psikolojik etkiler olduğunu ortaya koyar.
İçindekiler
Fizyoloji demişken, nedir gıdıklanmanın fizyolojisi?
Derimizde, dokunma duyusunun aktive olmasıyla beyni ve tüm sinir sistemini uyarmak üzere bekleyen milyonlarca küçük sinir uçları bulunur. Bu sinir uçları, vücudumuzun daha hassas olan koltuk altı, ayak tabanı, karın ve boyun gibi bölgelerinde çok daha fazla sayıdadır. Hazırlıksız durumdayken, bu bölgelere beklenmedik bir şekilde dokunulması ve sinir ağlarının uyarılması sonucu beyin tarafından oluşturulan huylanma, ürperme ve gülme gibi tepkiler gıdıklanma olarak adlandırılır. Bununla birlikte, gıdıklanmak tamamen edilgen bir eylemdir. Yani, sadece başkaları tarafından oluşturulabilen bir histir ve kendi kendimizi gıdıklayamadığımız doğrudur. Bu durumun nedeni ise beynimizi şaşırtamayacak, kendi kendimize beklenmedik bir uyarı oluşturamayacak olmamızdır.
Peki, gıdıklanmak beklenmedik bir uyarana verilen fiziksel bir tepkiyse, neden gülüyoruz?
Almanya’nın Tübingen Üniversitesi’nde 30 gönüllü ile yapılan bir çalışmada, gıdıklanmanın yarattığı gülme içgüdüsü, esprilere verilen gülme tepkisi ile karşılaştırılmıştır. Elde edilen sonuçlara göre, her iki durumda da beyindeki yüz hareketlerini ve duygusal reaksiyonları kontrol eden bölgenin aktive olduğu gözlenmiştir. Ancak gıdıklandığımızda farklı olarak beynin hipotalamus bölgesinin de uyarıldığı tespit edilmiştir. Hipotalamus, acıkma, susama ve cinsel davranışlar gibi en temel ihtiyaçlarımızdan sorumlu olan ve koşullara bağlı olarak verdiğimiz içgüdüsel reaksiyonları kontrol eden bölümdür: Savaşmak ya da kaçmak gibi. Bu nedenledir ki, gıdıklanmayla birlikte kaçınma, ürkme ve hatta gülme, kahkaha atma gibi istem dışı tepkiler ortaya çıkar. Vücutta kan basıncı artar, kalp atışları hızlanır ve beyin daha aktif hale geçer.
O halde, gıdıklanmak olası tehlikelere karşı vücudun çalan alarm sistemi midir?
Bununla ilişkili olarak yapılan araştırmalar, gıdıklanma içgüdüsünün evrimsel bir uyarı ve savunma mekanizmasının parçası olabileceği konusunda ipuçları sunuyor. Bu teoriye göre, en çok ayak tabanından gıdıklanıyor oluşumuz, çıplak ayakla dolaşan evrimsel atalarımız için yaşadıkları çevredeki yılan, böcek, örümcek, akrep gibi zehirli canlıların hayati tehdit oluşturmasıyla açıklanıyor.
Diğer taraftan, aslan, kaplan gibi kedigiller familyasına ait olan vahşi hayvanların avlarını boyun kısmından yakaladıklarını ve karın gibi yumuşak kısımlardan parçalayıp yemeye başladıklarını görmüşsünüzdür. Bu hayvanlarla habitatlarını paylaşmak zorunda kalmış olan atalarımızda da, boyun ve karında bulunan sinirlerin beyindeki korku bölgesini uyarma konusunda son derece hassaslaşmış olması, varsayımlardan bir diğeridir.
Dolayısıyla, gıdıklanma içgüdüsü yaşamsal tehditlere karşı hayatta kalma refleksiyle gelişmiş olan savunma mekanizmalarının bize, günümüze ulaşmış evrimsel bir uzantısı olabilir.
Nitekim, gıdıklama tarihte de bir işkence yöntemi olarak kullanılmıştır. Örneğin Antik Roma döneminde suçlu bulunan kişilerin ayakları tuzlu suya batırılarak saatlerce keçilere yalattırılır ve gıdıklanma hissinin dayanılmaz bir acıya dönüşmesine izin verilirdi. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise, gıdıklamanın Naziler tarafından toplama kamplarında bir işkence yöntemi olarak kullanıldığı biliniyor. Flossenbürg toplama kampından kurtulan Heinz Heger, tanık olduğu bu işkenceyi yazdığı kitabında şöyle anlatır:
“SS subayları, kaz tüyü kullanarak esirlerin ayak tabanlarını, koltuk altlarını gıdıklıyorlardı. Başta sessiz kalmaya çalışan kurbanlar, daha fazla dayanamayarak yüksek sesle kahkaha atmaya başlıyor, sonrasında bu kahkahalar yerini acı içindeki ağlamalara, çığlıklara bırakıyordu.”
Sonuç olarak sevinçten ağlamak, gözyaşı dökmek gibi korkudan gülmek, acıyla kahkaha atmak da hayata dahil, yaşamaya dairmiş aslında.
Merak etmeye devam edin.
Bilimle kalın.
İlginizi çekebilir: Tek bedende farklı DNA’lar, farklı kimlikler: Kimeralar