Antalya‘dan dönüp de artık asfaltta uzun mesafe koşmamaya karar verdiğimden beri aynı şeyi düşünüyorum; aynı asfaltta bir kez, bir kez, bir kez daha koşsam ne değişir ki? En fazla iki evin perdesi, iki sokağın başındaki market… Başka? Yok başkası, o kadar işte. Peki ya arazi koşusu? İşte o tam bir sürpriz yumağı.
Her yıl aynı tarih, aynı saatte de koşsanız pek çok şey değişmiş olabilir doğada. Bkz. İznik. Geçen sene yağmura maruz kalıp da hipotermiye uğrayanları bildiğimizden, kim bilir bizi de neler bekliyor düşüncesiyle gittik ama hiç de beklediğimiz gibi karşılanmadık. Olması gerektiği gibi; bahardan bir gündü yaşadığımız. İçlikler fazla geldi, koşanlar soyunma yarışına girdiler hatta bir ara.
‘Anlatılmaz yaşanır’ cinsinden bir deneyimdi; o yüzden çok fazla anlatmak değil, yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum. Ben susuyorum, fotoğraflar konuşsun şimdi.
Cuma günü iş çıkışı çıktık yola ve İznik’e girip de bize tarif edilen köye ulaştığımızda başladı tüm eğlence. Merkezden uzak bir noktadaydık ve çok yaklaşmıştık, ama bulamamıştık gideceğimiz yeri. Mekanın sahibini aradık ve bize nerede olduğumuzu sordu J Nereden bilebilirdik ki? O anda bir nevi David Lynch filmindeydik adeta; arabanın sol tarafında bir durak, yanında da dev bir kantar duruyordu, başka da bir şey yoktu. Adam defalarca sordu “Neredesiniz?” diye, biz de defalarca cevap verdik “Kantarın yanındayız.” diye.
Gittik uyuduk ve sabah çok erken uyandık. O kadar erkendi ki kafa lambası ile çıkabildim bahçeye. Evet, o köyün delisi bendim o dakikalarda.
İznik Ultra Maratonu’ndaki 42k ve 80k etapları sabah 07:30’da başlayacağından düşüverdik yollara. 130k gece yarısı başlamıştı, 10k da bir gün sonra koşulacaktı.
Start verildi ve yavaş yavaş şehirden uzaklaşmaya, kırlara, dağlara doğru koşmaya, yokuşa doymaya başladık. Rakım bin küsur metreleri buldu bir ara. Ama her çıkışın bir inişi vardı elbet ve oldu da.
Bir ara, bir sürü bulmanın sevinciyle iki minik keçi de aramıza katıldı. Bizlerle birlikte koşuyor, ilerledikçe ilerliyorlardı.
Az gittik, uz gittik; check-point’lerden geçiverdik ve 36. kilometrede vardığımız Müşküle Köyü öyle hareketli bir şekilde karşıladı ki hepimizi. Kadınlar güzel güzel giyinmiş, kapılara dizilmiş, geçenleri alkışlıyor, laf atıp, gülüyorlardı. Yolda karşılaştığım genç kızlar, seneye kendilerinin de koşuya yazılacağını söyleyince pek sevindim; demek ki bir farkındalık yaratmış ve ilgilerini çekebilmiştik. Seneye olmasa da kim bilir, belki bir gün.
Son 5-6 kilometrede, 80k koşacak kişilerle bir arada ilerlemek güç verdi bana ama keşke bir daha hiç çıkmasaydık asfalta, onca güzellikten sonra.
Telefonumun şarjı bitti, herkesin saati farklı bir kilometre gösteriyordu, sorduğumuz herkese göre önce 6k, kısa bir süre sonra da 300 metre yolumuz kalmıştı. İlerledik, sorduk; yine 300 metre vardı. David Lynch filmi devam ediyordu anlaşılan. Ve bir anda 42k finish noktası göründü.
Maraton bitmiş, çiniyle bezenmiş madalya hak edilmiş ve artık tembellik zamanı gelmişti.
İnanılmaz bir gündü ve ben de ‘Dağlar kızı Reyhan’ olduğumu bir kez daha anlamıştım. 1 senedir beklediğim bu mükemmel organizasyonu gerçekleştiren güler yüzlü Macera Akademisi ekibine, sabahın köründe gittiğimiz start noktasını kırmızı rujlu dudaklarımızla renklendirmemize ön ayak olan Sevgili Yonca Tokbaş’a ve masallardan çıkmış mekanı ayarlayarak, bizlere hayal gibi 2 gün yaşatan Sevgili Aykut Üstündağ’a teşekkür etmeden bitiremem bu yazıyı. Sevgili antrenörüm Koşan Adam’ın da yeri ayrı elbet.
Ayşeee, seneye 80 80 80…
Not: Önümüzdeki 2 ay aktivite konusunda pek bereketli geçecek gibi. Lütfen takipte kalınız ve hatta ilginç bulduklarınızı benimle de paylaşınız ki buradan duyurabilelim.
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.